22 Ekim 2012 Pazartesi

Bozcaada


gelelim gezimizin Bozcada ayağına.Feribottan iner inmez soluğu kamp alanızda aldık. “ Ada Kamp” açmış kollarını bizi bekliyordu. Biz doğa ya kamp atan kişiler olduğumu için burası gayet derli toplu ve entel bi mekandı bizim için. Tuvaletleri ve duşları çok temiz. Ama sakın benim düştüğüm hataya düşüp görevliye neden tuvalet kağıdı olmadığını sormayın fırçayı yersiniz. Çünkü efendim bu tarz şeyler kasadan alınıyo para karşılığında. çadırda kalmak içinde kişi başı 25 tl veriliyor.Neyse çadırlarımızı kurduk sonrada bir yorgunluk birası içip ne iyi edip de buraya geldiğimizi konuştuk.J


oturduğumuz yerin yan tarafı
kamp alanından genel görünüm
kahvaltı masamız ve özgür. keşke kahvaltımızın da fotosunu çekseymişim

Ertesi sabah kalkıp bir türlü yiyemediğimiz kahvaltılıklarımızı yemek için hazırlandık. Mekanda verilen kahvaltının 12 tl olduğunu görünce de çok şaşırdık. Bizim kahvaltının neredeyse aynıydı çünkü J)

Kahvaltı sonrası az süren bir deniz sefası yaptıktan sonra adayı turlamaya başladık. Arabamızın bir konvoyda tıkanıp kalmasıyla da bu konvoyun feribot kuyruğu olduğunu anladık. Bayram tatili nedeniyle ada çok kalabalıktı ve kuyruk neredeyse bütün adayı kaplıyordu. Kuyruktan sıyrılıp kendimize güzel bi park yeri bulduktan sonra gezinmeye başladık. Tarihine bir çok kaynaktan ulaşabileceğiniz için ben bu yazımda değinmiyorum. Daha çok deneyimlerimi anlatmak istiyorum.

adayı gezmeye başladık. önce çok meşhur olduğu yazılan, söylenen "çiçek" de dondurma yedik.çok fazla çeşidi yok ama incirli dondurma yapıyorlar ve kulağa acayip geliyo. ama ben ve arkadaşlarım tadını pek beğenmedik dondurmaların. sadece soğuk bir şey yiyorsunuz ama tadı yok.


ondan sonra Hakan'ı feribot kuyruğuna yollayıp gezmeye devam ettik. sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum.



çok güzel bir lokantaydı. kendi amblemi olan objeleri de satışta.




orada yediğimiz "fırında mantı" çok güzeldi:)




kalamar yediğimiz yerin manzarası

fotoğrafını çekmedim ama deniz kenarında kalamar ve bira yaptığımız bir yer daha vardı. adadan kalamar yemeden gitmeyelim dedik ve yedik. ama porsiyonları tadımlık ve çok lezzetli ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. aşağı yukarı tüm lokantalarda 18 TL. civarı kalamar porsiyonları.
Bu arada Gökçeada'nın bademli kurabiyelerinden de denemelisiniz.

ve dönüş yolumuz








11 Eylül 2012 Salı

Kazdağları ve Bozcada


Uzun zamandır blogumu ihmal ediyordum. Şehir dışında bulunmam işler buna neden oldu!
Ama muhteşem bir “road trip” hikayesiyle geri dönüyorum!!
Evet şeker bayramını fırsat bilip; İzmir- Kazdağları- Bozcada üçgenini kapsayan bir tatil yaptık. Küçücük bir Ford Fiesta otomobile 5 kişi ve onların kamp yüklerini sığdırarak bir rekor denemesinde bile bulunduk.:))
Önce güneye mi gitsek kuzeye mi diye düşünürken arkadaşlarla. “yahu hep güneye gidiyoruz zaten bu sefer rota kuzey olsun” dedim. Meğer herkes de öyle olsun istermiş. Bu şekilde rotamızın ilk durağı Kazdağları oldu. Bilenler bilir biz tatillerimize plan yapmadan çıkarız. Çünkü sırt çantası ve çadır gibi ekipmanlarımızla tatil yaptığımız için. Her alan her ağaç gölgesi bir otel, her güzel ve bizi mutlu edecek mekan duraklama alanı olabiliyor.
Bilmeyenler için; Kaz Dağları Biga yarımadasında yer alır. Üç yüksek tepesi olan dağın en yüksek yeri 1774 metre olan Karataş tepesidir. Efsaneleriyle ünlü olan dağ ile ilgili iki efsane var. Bir diğer adı mitolojik olarak “İda Dağı”dır. İnanışa göre Hera, Afrodit ve Athena arasında olan ve Truva savaşının çıkmasına neden olan ilk güzellik yarışması burada yapılmıştır.
Diğer bir efsane de “Sarıkız”dır. Bunun da birkaç versiyonu vardır.


genel görünümünden fotolar:





Yola çıktıktan sonra molaları saymazsak ilk durağımız Hasanboğuldu denilen bölgeydi.  Bayram tatili dolayısıyla burası inanılmaz derecede kalabalıktı. Bizde girmekten vazgeçtik. Hem kamp alanı olmadığını biliyorduk hem de kalabalıktan dolayı gezmek pek zevkli olmayacaktı. Ordan “Kaz Dağları Milli Parkı”na gittik. Aşağıdaki danışma kısmında milli parka girerken size rehber veriyorlar. Ve de 50 tl para ödüyorsunuz arabanız için!! Orada insanlar çok kaybolduğu için rehber hizmeti başlatmışlar. Ama bence çok gereksiz olmuş. Zaten tek olan yolu takip edip kamp alanına varıyorsunuz. Rehberin pek bir fonksiyonu yoktu. Kamp alanı dağın zirvesinde yer alıyor. O kadar serin bi yer ki insanlar sıcaktan bunalırken siz serinliğin tadını çıkarıyorsunuz. Ama kamp alanı biz gittiğimizde bayram ve bir festivalin olması nedeniyle çok kalabalıktı. Alanın eğimli olması ve su alanlarının hepsinin yanında çadırların kurulması nedeniyle aşağı bi yerde kamp alma kararı aldık. Zaten biz bu kararı aldığımızda adamın biri havaya attığı şişeyi tüfekle patlattı. Jandarma bu konularda çok kifayetsiz kalıyor anlaşılan!!! Aşağıda yayla kamp alanında şahane bir kamp alanı bulduk ve tatil başladıJ. Sonradan anladık ki buranın insanları bi değişik içip içip olay çıkarmayı pek seviyorlar. Jandarma uğraşmaktan bıkmış.



ben ve Meral
kamp alanımızın akşamki hali:) İsmail'in getirdiği çok meşhur sucukları yemenin tebessümü var yüzümüzde

o çok meşhur sucuklar!! hala tadı damağımda

Ertesi günkü ilk durağımızKüçükkuyu'daki Doyran mevkiinde Doğa isimli kahvaltı salonumuz. Mutlaka sizde  deniz  manzaralı teraslarıyla hem mideye hem göze hitap eden bu yere uğrayın.



Doyran'daki "doyurucu" kahvaltı sonrası çaykolik Hakan'ın keyfi:)
çok keyifli bir sohbetti! grubun geri kalanı nerede acaba?

Sonraki duraklarımız küçükkuyu’da  bulunan  Şahinderesi ve Mıhlı çayıydı.  Biz buraya bayram tatilinde gittiğimiz için fazlasıyla kalabalıktı. Daha sakin zamanları seçerseniz daha fazla keyif alabilirsiniz.orada fotoğraf çekemedik üzgünüm. kalabalıktan yürümek bile imkansızdı.
Akşam kalmak için kamp yeri bakmak üzere Assos tarafına yollandık. Ama hem denizi çok iyi olmayan hem de fazlasıyla kalabalık yerlerle karşılaştık ne yazık ki! Bir de kendi çadırınızı kurmanıza izin vermiyorlar. Bu da bizim için pek de cazip değildi. Sonra burada kalmaktan vazgeçip ilk günden beri aklımızda olan Ayazma mevkiine gitmeye karar verdik . arabanın GPS ine yolu girip güzel güzel gitmeye başladık. GPS in kestirme yollarına sapa sapa kimsenin görmediği bir sürü köy keşfettik. Sonunda Hakan’ın yanlış güzergah girdiği ve daha 50km yolumuz olduğu ortaya çıkınca bi motivasyon kaybı yaşamadık değil. Ama onun da hemen avantaja çevirdik. Ana yola çıktığımızda Geyikli yönünde ilerlerken. Geyikli’yi  herkes Ata Demirer’in “Eyvah Eyvah” filmiyle tanıdı. Gerçekten çok tatlı bir yer. Geyikli’ye vardığımızda “acaba bozcada ya mı geçsek?” gibi bi fikir doğdu. Tam anlamıyla plansızlık içinde takılan bi grup olduğumuz için bayıldık bu fikre. Önce benzin aldığımız yerde çalışan bir çocuğun tavsiyesiyle “Ferah Kardeşler” isimli bi et lokantasına gittik kasap dükkanı gibi etlerin sıralandığı yerden yemek istediğiniz etleri seçip tarttırıyorssunuz ve onlar pişirip önünüze getiriyorlar. Hem damağa hem keseye hitap eden bir yer. Ordan çıkınca da ver elini bozcada. O da sonraki yazıda!!!

17 Haziran 2012 Pazar

Yavaş Yavaş Ölürler!

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar 

Ünlü Şilili şair Pablo Neruda’nın bu şiirini paylaşmak istedim sizlerle!!!
Ne güzel yazmış ve hissetmiş! Üzerine başka söz eklemeye gerek var mı?

2 Haziran 2012 Cumartesi

Mutluluk Kitabı

geçenlerde okuduğum bir kitabı paylaşmak istiyorum burada.
adı "Mutluluk Kitabı" yazarı Nil Gün!

Aslında bu kitap 2008 den beri bende duruyordu ve iki taneydi. iki tane olmasının nedeni ise bir arkadaşımın bu kitabı nikahında şeker yerine dağıtmasıydı. ne kadar güzel bir fikir şeker niyetine kitap!! 
aslında ilk geldiğinde kitabı okumuştum okumasına da anlamamıştım ne demek istediğini!!!! tekrar okumam gerekiyormuş demek!!! o zamanlar yazıalnları algılayacak düzeyde değildim belkide!!
bir arkadaşım Nil Gün'ün eğitim cdlerinden bahsedince evde duran kitabı hatırladım ve tekrar okudum!! iyi ki de okumuşum!!

Kitap mutluluğun bir seçim olduğundan söz ediyor. insanın mutluluğunun dış etkenlere bağlı olmadığını kendi içinden geldiğini ve daha fazlasını anlatıyor. "kendin ve başkaları hakkında düşündüğün olumlu düşünceler önce seni besler. kendini mutlu hissedersin. kendinle dost olmaya başlarsın. gittikçe geliştiğini, çoğaldığını hissedersin. yaşamdan doyum almanın hazzını yaşarsın ve yaşamın üretken hale gelir. kendine ve başkalarına katkıda bulunmanın hazzını ve hafifliğini yaşarsın. çünkü olumlu düşüncelerin bedeninde ürettiği olumlu duyguların yüksek frekanslı enerjisi seni gerçekten hafif hissettirir." diyor Nil Gün kitabında. 

Bize de işimizle ilgili aldığımız eğitimlerde; insanları mutlu etmenin, onların hayatında bir fark yaratmalarını sağlamanın,. hem maddi hem manevi yönden iyileşmelerine yardım etmenin destek olmanın önemi anlatılır.
böyle kitapları okudukça çalıştığım işin ve insanların önemini bir kez daha kavrıyorum ve bu kitabı herkesin okumasını tavsiye ediyorum!!!

GSF


Bir arkadaşımın blogunu okurken şimdi yazacaklarım aklıma geldi. Kendisi güzel sanatlar fakültesi yazarlık bölümü mezunu. Hatta aynı okulun farklı bölümlerinden mezunuz.
Bizi tanıştıran ortak arkadaşımız kendi okulumuz için benzer şeyleri aynı cümlelerle ifade etmemize çok şaşırmıştı.
Çünkü ikimizde içimizdeki yetenekler doğrultusunda içinde yanan ateşle, güzel sanatlar fakültesi sınavlarının yolunu tutmuş gençlerdik. Kazanmak ise- sanırım arkadaşım içinde geçerliydi bu- bambaşka bir mutluluk kaynağıydı. Yeteneklerimizi geliştireceğimiz, öğreneceğimiz, bir ortam, kültürü ve birikimiyle bizi aydınlatacak hocalar. Ve aynı amaçla o ortama doluşmuş olduğunu düşündüğümüz bizim gibi gençler olacaktı.
OLACAKTI. Ama olmadı. Aldığımız dersler, gördüğümüz eğitimler, tanıştığımız insanlar bize çok şey katacağına daha da götürdü.
Özelikli insanlar yok muydu, bilgili, birikimli, kültürlü? Vardı ama o kadar azdı ki!!!!!
Akademik olayların insanı nasıl başka bir boyuta sürüklediğini de orda anladım. Kraldan çok kralcı olan asistanlar, bölüm başkanına yaltaklanmayı vazife edinmiş araştırma görevlileri. İnsanların birbirine saygısını ses tonunda, kullandığı kelimelerde arayan zavallılar! Saat 17:00 yi gösterdiğinde ortadan tam kadro kaybolan akademik personel. Üretim sıfır, açılan sergilerde 10 yıllık akademisyen işleri…
Böyle bir ortam insana çok şey katacağına çok şey götürüyor.
Şu anda ikimizde- belki bizim gibi başkaları da- içinden ruhu emilmiş, başka arayışlara giren, sanattan soğutulmuş kör  ruhlarız.
Okulda hiç güzel bir şey yok muydu ??? Elbette ki vardı!
Okul bize özgür bireyler olabilmeyi öğretti. Lise deki ezberci eğitimin bir benzeri de olsa verilen bilgiler,bize yine de bir değer kattı.  Mesleki anlamda da bir şeyler öğrenmişizdir ama en çok düşünme yapımızı değiştirdi. İnsanlara, sanata, doğaya, bakış, algılayış, hayatı sorgulayışımız değişti. Geriye dönüp baktığımda yukarıdaki olumsuzluklara rağmen yaşadığım keyifli arkadaşlıklar ve anlar geliyor aklıma ve onların bana kattığı hayatı algılama vizyonu!!!
Olumsuz taraflarına rağmen bu tercihi yapmaya değer miydi? EVET DEĞERDİ!!!

sizleri üniversite yıllarımızda milli marş gibi söylediğimiz bir şarkıyla başbaşa bırakıyorum!

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Hayal Defteri


Evet “Hayal Defteri” hepimizin yapması gereken bir şey.
 Ben bu kadar önemli bir şey olduğunu hiç bilmiyordum bile. Hep duyuyordum” hayal defterim var, hayaller yazılı olmalı, onlara bakmalısın, gözünün önünde canlı olarak görüp okumalısın” laflarını ama kulak arkası ediyordum.
Sonradan sevgili Berrin Hanım ile çalışmaya başlayınca ve onun hayal defterini görünceye kadar. O kadar coşku ve keyifle anlatıyordu ki hayallerini. Aynı zamanda yine bir arkadaşımın “hayal panosu” olduğunu öğrendim o aralar. Pek bir hoşuma gitti
Ben eskiden hayal kurmayı bile beceremeyen biriydim. Nasıl hayal defteri yapacaktım. Benim hayalim neydi??? Hepimizin bildiği gibi ne yazık ki Türkiyemizde aileler hayal kurmak ile hayalciliği birbirine karıştırıyor. Öyle olmasalar bile çocuklarına hayal kurmayı öğretmiyorlar. Her gerçekleşen şeyi önce düşünmemiz ve kafamızda kurgulamamamız gerektiğini söylemiyorlar bize biz büyürken. Aslında onlarda bilmiyorlar bunu, bize nasıl söylesinler. Onlar da öyle yetişmiş!
Şimdi bir hayal defterim var ve de hayallerimi destekleyen fotoğraflarım. Laptopumun masa üstünde de mozaik halinde dünyada görmeyi en çok istediğim yerlerin fotolarından bir seçki. Bence sizlerde yapmalısınız.
Sizin hayalleriniz ne?? Unutmayın dünyada her gerçekleşen şey önce bir hayalden ibaretti!
Herkese bütün hayallerinin gerçekleştiği, çok mutlu günler diliyorum!

Mutlu İşler


10-11 mart tarihinde Antalya’da oldukça “pozitif” olan birçok insanın olduğu olduğu bir seminerdeydim.
O her zaman görmeye alışık olduğumuz insan tiplerinden eser yoktu. Herkes canlı, umutlu, pozitifti. Bol kahkahalı bir hafta sonuydu. Hem işimizin gerektirdiği eğitimleri ve vizyonu aldık hem de çok eğlendik.
Hem havanın hem insanların güzelliği kendimi çok iyi hissettirdi.  Normal hayat koşuşturmacası içinde sürüklenen mutsuz insanlarla değil de böylesine pozitif, esprili, saygılı ve hep gülen insanlarla çalıştığım için çok şanslıyım.
Kendi hayatlarını değiştirirken beraber çalıştığı insanların da hayatını değiştirip onlara bir değer sunan insanlarla olmak sizin hayata bakışınızı da değiştiriyor.
En güzeli de bu seminerin bir benzeri 7-8 Temmuz tarihinde Ankara’da olacak, yine hep beraber yine çok güzel iki gün geçireceğiz. Bu sefer geçen seminere çok istemesine rağmen katılamayan bir arkadaşım da gelecek. O yüzden çok daha güzel geçecek bu seferki!!
Herkese  sevdikleri insanlarla çevrili  işler ve mutlu günler diliyorum!!!

16 Mayıs 2012 Çarşamba

3 Aptal




 Birkaç gece önce tesadüfen bir filmle karşılaştım. Film 2009 yapımı bir Hint filmi.
Klasik olan hep dalga geçip güldüğümüz Hint filmlerinden değil. Bunun içinde de hep alışık olduğumuz dans sahnelerinden var elbette. Ama her şey o kadar güzel kurgulanmış ki 160 dakika sürmesine rağmen bir an bile sıkılmıyorsunuz.
Filmimizin adı “3İdiots”, “3 aptal” diye çevrilmiş doğru da bir çeviri olmuş:)). Konusuna gelince Hindistan'ın en iyi mühendislik okuluna başlayan öğrencilerin hayatını anlatıyor özet olarak. Sistemin daima yarış üzerine kurulu olduğu, herkesin en iyi olmaya çabaladığı bir okulda sistemi değiştirmeye çalışan bir öğrenci ve onun en yakın 2 arkadaşı. Başlarından geçenler, hayattan aslında ne istedikleri.
Ana karakterimiz “Ranço” o çok köklü mühendislik okuluna bir bomba edasıyla düşüyor adeta.en yakın arkadaşlarının olmak üzere filmdeki karakterlerin hayatını olumlu anlamda değiştiriyor.  Önce anlattığım filmdeki gibi bütün ayrıntılarını anlatmak istemiyorum bu sefer. Kendiniz izleyin ve değerlendirin bence!
Kısacası;  hayatta gerçekten istediğiniz nedir?  ve siz istediğiniz hayatı mı yaşıyorsunuz yoksa olması gerekeni mi, ya da sizden beklenileni mi? Hayatta ki en önemli şey kazanılan ünvanlar mıdır? Yoksa öğrenmenin kendisi, yaşamanın heyecanı, bilmenin fark etmenin farklı düşünmenin büyüsü müdür?
Peki siz genel geçer kuralların ve sizden beklenilenlerin peşinde misiniz? Yoksa insanların gittiği yoldan gitmeyip fark yaratanlardan mısınız??

14 Mayıs 2012 Pazartesi

İçimizdeki Savaşçı



Geçen yıl izlediğim bir film geldi aklıma!!
İsmi “ Peaceful warrior” ( içimizdeki savaşçı).
Modern hayatı doyasıya yaşayan ve hırslı bir sporcu olan genç üniversite öğrencisi, olimpiyatlara çok az bir zaman kala geçirdiği trafik kazasıyla, ayağını yaralayarak olimpiyattan elenirse ve tam da bu günlerde bilge bir oto tamircisiyle dostluk kurarsa ne olur? Neler olmaz ki?
Gelelim filme;Dan Millman’ ın hayatından yola çıkarak yazdığı, çok ses getiren “ way of the peaceful warrior” romanından uyarlanmış.
 
Film çok etkileyici bir sahneyle açılıyor. Kahramanımızı yarışmada performansını sergilerken görüyoruz. Halka da son saltosunu atıp yere indikten sonra  sağ bacağı bir sürü parçaya bölünüyor ve acıyla yere düşüyor, sağ bacağının yarısı kopuyor ve uzaktan bir temizlik görevlisi elinde süpürgeyle bu parçaları süpürmeye başlıyor. Yakışıklı sporcumuz ayağa kalkmaya çalışırken yatağa düşüyor ve ter içinde uyanıyor. Bu rüya bize bir insanın başarısız olma korkusunun bilinçaltındaki yansımasını gösteriyor.
Okul dışındaki tüm zamanlarını olimpiyatlara çalışarak geçiren ama bu yoğun tempoyla beraber serseri hayatından, barda vakit öldüren arkadaşlarından, kondisyonuna zarar veren içki, sigara ve seks gibi alışkanlıklarından asla vazgeçemeyen Dan, yarışmaya çok az bir zaman kala geçirdiği bir trafik kazasından sonra bacağında bir metal parçasıyla yaşamak zorunda kalıyor. Durumu öğrenen olimpiyat heyeti, Dan’i, yarışmadan eliyor. Ve bu kararla birlikte Dan sadece bacağından değil ruhundan da yaralanmış oluyor. Tabi bu kadar dibe vuran hırslı gencimiz elbette ki bir mentora ihtiyaç duyuyor. Socrates adını verdiği bilge oto tamircisiyle Dan’in dostluğu da işte böyle bir zamanda başlıyor.
Karakterimiz böylece ”socrates” ın da yardımıyla bir arınma dönemine giriyor. çok şey bildiğini zanneden Dan’e Sokrates ın yanıtı çok açıklayıcı oluyor:
Socrates: Bildiğinden daha çok düşünüyorsun. Bilgiyle bilgelik aynı şey değildir.
Dan: arasında ne fark vardır?
Socrates: cam silmeyi bilirsin değil mi? Bilgelik onu yapmaktır.
Dedikten sonra eline cam silme lastiğini atar ve Dan için “ cilala, parlat” dönemi başlamış olur.
Hayatını olimpiyatlardan altın madalya almak üzerine kurmuş olan ve bu yüzden kabuslar gören, “mutlu” olamayan Dan süreçten keyif alması gerektiğini, insanlara yardım etmenin ne demek olduğunu, etrafında kendisinden ,olimpiyat madalyasından daha başka bir dünya olduğunu keşfetmeye başlar.Araba tamir ederek, ön camları silerek tasavvufi bir arınma ,kendi içindeki sesi keşfetme sürecine girer.

Socrates basit bir tamirci gibi görünüyor ama göründüğü kadar da basit değil. Çünkü o işinin keyfiyetini değil insanlara hizmet edişini önemsiyor. Böylece Dan ve Socrates’ ın dostluğundan başarıya giden kapıya bir yol aralanıyor. Dan, bu kapıdan girmek için çalışırken öyle bir aşkın bir ruh haline giriyor ki artık kapı/başarı/ödül onun gözünde tüm değerini kaybediyor. Her şeyden vazgeçip kendini insanlığın hizmetine adamak istediği noktada Socrates, Dan’e, asıl insanlığa hizmetin yaralı bacağına rağmen sağlıklı ruhuyla işini yani sporculuğu yapması olduğunu anlatıyor. Ve Dan kendinden öte çevresine de faydalı olma bilgeliğini kavradığında gerçekten olgun , aşmış bir insan özelliğini taşıyor. Bu da kendisine başarıyı yani altın ödülü getiriyor.
Başarısız olma korkusunun ardından geçirdiği trafik kazası Dan’in başarıya giden bu yolculukta önemli olanın başarıya giden yolda geçirdiği anlar ve kazanımlar olduğunu deneyimliyor.
Evet  üzerine bu kadar konuştuğumuz ve yazdığımız tüm bu hikaye/yolculuk sadece 2 saat içinde olup bitiyor. Ve 2 saatin sonunda insan ömrünü-kendi çöplüğünü- sorgulamadan edemiyor.
İnsan; beynini, yeteneğini, bilgeliğini keşfedebilen bir savaşçı olmalı doktrinini aklına sokuyor.
Hayatın cilvesi herhalde! Bende bu filmle tanıştığımda bir trafik kazası geçirmiştim omurgamda kırık oluştuğu için en az 6 hafta yatmam gerekiyordu. Çok sevdiğim bir arkadaşım da bana filmler getirmişti izlemem için, içlerinden biri bu filmdi. Filmi izledikten sonraki coşkumu anlatamam!!!  İnsanın isterse her şeyi yapabileceğine enerjisini ve umutlarını düşürmemesi gerektiğine dair  inancımı arttırmıştı!!

Herkese hayallerinin peşinden koşup onu yakalayacakları günler diliyorumJ